Bazen insanlığın tarım hayatına başlaması “çok da iyi olmadı” demekten kendimi alamıyor değilim
Dünya’nın Kapısındaki Tehlike; Gıda Milliyetçiliği..
Son dönemde gıda ürünlerinin ihracatına kısıtlama getiren ülke sayısının haddi hesabı yok.
Bu kısıtlamaya AB’nin büyük bir kısmı da dahil;Çin ve Hindistan da.. Ve bu devletler uluslararası ticari dengeyi sağlayan ülkeler de..
Kendi kendine yeten ülkelerin zamanla ürettiklerini dünyanın geri kalanıyla paylaşmama planları, ileri ki dönemlerde ortaya çıkacak hatta şuan için bile çıkmış olan “gıda milliiyetçiliği”nin, dünyayı kasıp kavuracağının habercisi.
Bu milliyetçilik “Fransız İhtilali”nin milliyetçiliğine benzemez; ihtilal milliyetçiliği insanların karşı mücadelesiyle bir noktada engellenebilir ve sınırlı sayıda insanın ölümüyle sonuçlanır. Fakat “gıda milliyetçiliği”yle mücadele etmek hiç te kolay olmaz.
Zira mücadele için ihtiyaç duyulan gıdanın alınamaması nedeniyle, dolaylı dolaysız birçok insan mücadele etmeden dahi ölür.
Gıda yetersizliği nedeniyle “düzensiz kavimler göçü”nü söylemiyorum bile.. Hali hazırda dünyamızda on milyonun üzerinde insan ne yazık ki gıda yetersizliği nedeniyle başka ülkelere göç ediyor zaten.
Tarımın başladığı 8 bin yıl öncesindeki Neolotik Çağ'dan bu yana açlık, kiminin elinde insanları, toplumları, uygarlıkları hatta koca imparatorlukları dahi yok edebilecek, hiçbir dönemde kendini yenileme gereği duymayacak olan etkili bir silah olmaya devam ediyor ve edecektir.
Nitekim bugün geldiğimiz noktada dijitalleşme, robotlar ve uzay çalışmaları devam ederken tarımın aradan geçen bin yıllar boyunca dünya üzerinde en stratejik sektör olarak önemini korumaya devam ettiğini hepimiz görüyor ve iliklerimize kadar hissediyoruz.
Hatta yaklaşık 8 bin yıl öncesinin yaşanmışlığına tekrar geri döndüğümüzü söylemek hiç de abartı olmaz.
Örneğin M.Ö. 7000’lerde tarımın ilk yapıldığı yerlerden biri olarak görülen Hindistan’da, o günün elle sayılır nüfusunun, elde edilen ürünleri başka bir uygarlığa “ihraç” edilmesini yasakladığını biliyor muydunuz? O kadar katı bir yasak uygulamış olmalılar ki, diğer Asya Ülkelerinin tarımla tanışması yaklaşık 2 bin yıl sonra gerçekleşmiş.
Bu günün Hindistan’ı da “gıda korumacılığı” adımını atarak 7000 yıl öncesinin uygulamasını yapmış olmuyor mu? İşte “8000 yıl öncesine dönüyoruz” dediğimden kastım buydu.
Yapılan “yasaklama”nın sadece kavramı değişmiş;21.yüzyılın o modern kavramlarından birini kullanarak makul bir gerekçeye dayandırmışlar yasaklarını; “gıda korumacılığı.”
Çok yakın zamanda “gıda korumacılığı” programlarının yaygınlaşacağını tahmin ediyorum. Bu da haliyle “gıda milliyetçiliği”ni beraberinde getirecektir. Ülkeler sadece kendi milletini doyurmakla yetinecek .
Hatta ‘artı ürünü’ dahi hiçbir milletle paylaşmak istemeyecekler. Artı ürünleriyle “açlar”ı terbiye etmeye başlayacaklar.
Bu günün yaşanmışlıkları veya geleceğin yaşanacakları, tarihin gizlenmişliklerinde çok daha önce yaşanmıştı zaten. “Örtülü tarih”, bu günün benzer yaşanmışlıklarıyla dolu.
Örneğin Amerika Kıtası’nın keşfinden(istilasından) sonra etrafa “çekirge sürüsü gibi yayılan istilacılar”ın sadece anlatılan değerli madenler üzerinden yerlileri katlettiğini sanıyorsanız, yanılıyorsunuz.
Değerli madenler üzerinden yürüttükleri katliamın en az on misli kadarını tarımsal üretimler üzerinden de gerçekleştirmişlerdi.
Bunu bilmek sadece “Batı kaynaklı” müfredatı okumakla olmaz tabi ki.
İstila edilen kıtalarda ("keşfedilen" demek Batı kaynaklı bir söylemdir bana göre) yerlilerin tarım alanlarını nasıl yağmaladıklarını, sadece İngiltere ve Hollanda’nın Hindistan’da kurdukları “Batı/Doğu Hindistan Şirketleri”nin sömürü düzenlerine bakarak dahi anlayabilirsiniz.
Sağlam bir okumayla, burada sistematik biçimde ruhlara yerleştirdikleri “açlık ve ölüm korkusu”yla oradaki insanları nasıl felce uğrattıklarını da çok rahat anlayabilirsiniz.
Doç. Dr. Osman Nuri Koçtürk, 1970 yılında yayınlanan ‘Açlık Korkusu’ adlı eserinde şöyle yazıyor: “Yeni sömürgecilik, savaş korkusunu, açlık korkusu ile pekleştirerek geri ülkeleri dize getirmede yeni bir çığır açmış ve bu suretle sömürdüğü toplumun doğal ve beşeri kaynaklarını büyük bir tepki ile karşılaşmadan çıkarlarına uygun olarak kullanma olanağını hazırlamıştır. Açlık tek başına bir insanın sağlığının bozulması, üretim ve savunma gücünün kısıtlanması, yakın çevresinde olup bitenlere karşı ilgisiz kalıp, sahibi olduklarına sahip çıkmaması için yeterlidir.”
Açlık ve ölüm korkusunun bir toplumu terbiye etmede ne kadar etkili olduğunu gören “coğrafi istilacılar” bu terbiye aracını sonraki kuşaklarına aktarmayı hiç ihmal etmediler.
Bu noktada da yine Osman Nuri Koçtürk’ e kulak verelim:
“...Kişiler üzerindeki fizyolojik ve psikolojik yıkıntıyı, toplumlar üzerinde aynen gerçekleştirmek için, sömürü bölgelerinde açlık psikozu yaratmayı, sonuçları bakımından savaşlardan daha etkin girişimler olarak niteleyen emperyalistler, şu günlerde açlık korkusunu sömürü bölgelerine yaymayı, savaş korkusu yaymaktan çok daha etkin ve yararlı görüyorlar.”
Bunun örnekleri Tarihte çoktur. Savaşın yaydığı dehşet açlık tehdidinin yanında çok fazla bir şey ifade etmez. Zira toksanız savaşa karşı savaşla mücadele eder ya da bir şekilde kendinizi kurtarırsınız; ya açsanız!?
Açlıkla terbiye edilmeye çalışılan bir toplum zaman içinde tüm değerlerinden taviz verme potansiyeli taşır. En azından her türlü baskı ve istismara açık olduğunu.. Bu konuda hamaset söylemlerinin işe yaramayacağını da söylemek isterim.
Bu etkili dizayn etme aracı, özellikle ‘Coğrafi İstila’ diye nitelendirdiğim “Coğrafi Keşifler”in başlangıcından bu yana kullanılır oldu. Ve yıl / yüzyıl geçtikçe, değişen tek şey de kavramlar oldu.
“Coğrafya İstilacıları”ndan bu yana ülkelerde etkili olan, o dönemin görünen; bu dönemin görünmeyen oligarşik yönetimleri devletler ve halklar üzerindeki etkisini hiçbir zaman yitirmedi.
Ve 1500’lü yıllardan bu yana bu oligark yönetimlerin oluşturduğu “toprak aristokratları”nın yönetimlerdeki eksilmeyen etkileri, dünyayı gelir eşitsizliğine, temel gıdaya erişimdeki adaletsizliğe hızla sürükledi. Günümüzde ise bu eşitsizlik/adaletsizlik zirve noktasına ulaştı.
Bu zirveyi görmek isteyenler Uluslararası Gıda Güvenliği Bilgi Ağı (FSIN), tarafından hazırlanan “Gıda Krizleri Küresel Raporu”na bakabilirler. Çünkü; Rapor, dünyanın 60 ülkesi ve bölgesinde gıda güvencesizliğinden ve daha kötü koşullardan mustarip, ayrıca yaklaşık 240 milyon insanın acil insani yardıma ihtiyacı olduğunu belirtiyor.
Yine raporda özetle dünyada 1,5 milyar insanın açlıkla mücadele ettiği, sadece Batı Afrika’da 50 milyon insanın her gün yaşam mücadelesi verdiği belirtiliyor..
İlginç olan ise dünya genelindeki yoksulların yarısının, dünyanın en büyük yirmi ekonomisine sahip G20 ülkelerinde yaşıyor olması.
Geçen binlerce yılda insanları dinsel bağlılıklarını da kullanarak terbiye eden gıda oligarşisi günümüzde daha modern bir isimle anılıyor: ‘Küresel Finans Oligarşisi’ (KFO).
Bu oligarşi, geleneksel istilacı ailelerden farklılık gösteriyor elbette; onlardan daha acımasız, onlardan daha obur.
Bu obur olgiarşi, özellikle Afrika’da olduğu gibi “kitleleri bu yaratılmış olan korku ve panik ortamında, benliklerinden, öz güvenlerinden uzaklaştırarak kolay güdülür sürüler” oluşturmada maalesef başarılı olmuşlardır..
Bu başarının(!) ardından aynı şekilde, yani, pilot bölge Afrika’da uyguladıkları sistematik boyun eğdirmeyi veya “güdülebilir sürüler” oluşturma hedefini, daha da ileri götürerek bunu “G20 Ülkeleri”nde de uygulamak istedikleri apaçık.
Açlık ve onun devamı olan korku psikolojisi o kadar etkilidir ki, her türlü cinayeti başkaları hesabına da olsa, işlemeye elverişli ruhi ortam yaratır. Ama bazen bu korku psikolojisi ters te tepebilir; bir anda KFO’nun “can mı mal mı?” tercihinde bulunmasına..
Örneği pek çok kez yaşanmıştır. Bir örnek verelim hemen:
Brezilya gıda zenginiydi. Fakat yoksulluk ve yoksunluk zirve yapınca, toprağı olmayan insanlar arazilere el koymaya başlamıştı. Bu da bir avuç oligarkın “can veya mal!” tercihinde bulunasına sebep olmuş, nihayetinde canlarını te4cih edip arazilerini terk etmişlerdi.
Hatta daha da geriye gidildiğinde bizzat ekmek ve otlak kavramlarından oluşan savaş isimlerine bile rastlarsınız; örneğin Osmanlılarla Macarlar arasında yaşanan “Ekmek ve otlak muharebesi” gibi.
16.yüzyılın sonlarında itibaren, nasıl ki geleneksel meydan savaşları, yerini daha modern siper savaşlarına bıraktıysa, geleneksel “açlık savaşları” şimdi yerini daha modern “ gıda savaşları”na bıraktı.
Bu “modernliğin” en büyük temsilcisi ise > geleneksel tohum yerine “verimli tohum” aldatmacasıyla<
“ari tohum ırkı”nı ortaya atan ve gerçekten yeni ama etkisi on yıllar sonrasında görülecek olan zehirli yapay gıdayı “hibrit tohum” adıyla oluşturmayı başaran Rockefeller’di.
İlk olarak Meksika, Sonora bölgesi bu tek üretimlik F1-hibrit (buğday ve mısır) tohumculuğa açıldı. Kimyasal gübre ve zirai ilaçlar sayesinde üretim artışı 3 katı oldu!
Hatta bu gelişmeye de “yeşil devrim” dediler; ve hatta bu “yeşil devrim”in öncüsü Norman Ernest Borlaug 1970’de Nobel Ödülü bile aldı.
> “Cüce buğdaylar” Pakistan ve Hindistan’a da ihraç edildi; üretim rekoru kırıldı. E basının da etkisiyle hibrit tohumlar, kimyasal gübreler ve zirai ilaçlar Türkiye’ye geldi.<
Tabi bu, bugün yaşanan gıda savaşlarının on yıllar öncesindeki planlamasıydı; tohum köylünün alındı ve özel şirketlere verildi. Böylece bu şirketler o tohumlardan ürettiklerini “girdi maliyeti”ni bahane ederek oldukça pahalıya satmaya başladı.
Tıpkı Hindistan’ı İngiliz Hükümeti adına sömüren “Doğu Hindistan Şirketi” gibi bu özel şirketler de, hükümetlerinin istedikleri doğrultusunda ürettiklerini “madein İngiltere/Amerika/Fraansa” vs etiketleri ile az gelişmiş veya gelişmekte olan ülke insanlarını iliklerine kadar sömürme vazifesine her zaman hazır ve nazır oldular.
Olası bir tedarik veya üretim sıkıntısında bu şirketler aracılığı ile ve bu damgalamalarla ürünlerini “mabetlerine” kilitleyip onlara adeta yerli kimlikler de vererek millileştirme yoluna gidecekleri apaçık ortada.
Bunun ilk adımını Hindistan atmıştı zaten yakın zamanda.
Üretimi ve tedarik zinciri yetersiz olan ülkelerin insanlarının çok daha fazlası, bu “milliyetçi gıda düzeninde” ölmeye mahkûm olacaklar.
Bazen insanlığın tarım hayatına başlaması “çok da iyi olmadı” demekten kendimi alamıyor değilim.
Nitekim insanlık tarım ile birlikte büyük sosyal eşitsizlikle, hatta cinsiyet eşitsizlikle bile tanıştı;hastalıklar,tarımın neden olduğu savaşlar ve tarım üzerinden insanlık üzerinde kurulan despotizmi söylemiyorum bile.