Aslında direk olarak günümüzdeki “gelenekselciler” ile “tekâmülcülerin” yer değiştirdiği garip tablo üzerine konuşmak yazmak daha isabetli olurdu ancak koca bir İmparatorluğun neden yıkıldığı üzerinden konuyu anlatmak çok daha isabetli olurdu diye düşündüm.
Herkesin ama herkesin kendine pay çıkarabileceğini düşünürsem sadece anlatının Osmanlı ile sınırlı kalması yeterli.
Osmanlı Devleti’nde 18.Yüzyıldan, özellikle 3. Selim Dönemi’nden itibaren başlayan Muhafazakar(ya da ‘gelenekselciler’) ile Islahatçılar (ya da ilericiler.
Bu guruba liberaller de dahil edilebilir) arasında uzun yıllar boyunca büyük çatışmalar yaşanmıştı.
Bu çatışmalar zaman zaman fikri çatışmalarla sınırlı kalmamış şiddete varacak boyutlara ulaşmıştı.
O dönemin “ilerici” diyebileceğimiz mütefekkirleri seslerini daha gür çıkarabilmiş olsalardı Osmanlı Devleti’nin dağılması biraz daha gecikebilirdi.
“Liberal” diyebileceğimiz o dönemin “ıslahatçı” mütefekkirlerinin en büyük sorunu,gelenekçiliği bir yaşam biçimine dönüştürmüş, değişimi reddeden muhafazakârların, karşı direnci olmuştur.
Mesela sadece askeri alanda değil toplumun her alanında değişimi sağlamaya çalışan 3. Selim bu muhafazakar zümrenin baskısı ve isyanıyla katledilmişti.
Muhafazakarlık sadece İslam toplumuna mahsus bir şey değildir. Ortaçağ Avrupası, özellikle Almanya’sı bin küsur yıl tam bir muhafazakar toplumu barındırıyordu bünyesinde.
Ortaçağ toplumunun, skolastik felsefenin etkisiyle değişimi, ilericiliği reddettiğini yahut reddetmek zorunda bırakıldığını hepimiz biliyoruz.
Zamanla, özellikle Reform, ve sorasında Rönesans’la birlikte değişimin Avrupa’da adım adım nasıl geldiğini ve Doğu Medeniyeti’nde bu değişim karşısında nasıl bir gerilemenin yaşandığını araştırmaya bugün bile ihtiyacımız var.
Sultan 3. Selim şehzadeyken Fransa’da aydınlanmanın öncülüğünü yapan kral XVI.Lui’nin kendisine gönderdiği bir mektup Avrupa’da değişimin hangi boyutlara geldiğini apaçık göstermekteydi. Lui Mektubunda:
“Fende terakki etmeden, talimli asker bulundurmadan sefer yapmak hatalıdır. Padişah olduğunuzda bunları temin etmeden bir harbe girmeyiniz. Bir milletin cengâverlik ve kahramanlık hasleti ne olursa olsun bu tedbirler unutulmamalıdır” demiş ve kendisine ıslahatların, değişin gerekli olduğuna dair nasihatler yazmıştı.
Nitekim 3. Selim de şehzadeliğinden itibaren değişimin öncülüğünü yapmaya karar vermiş ancak “değişimi reddeden ”gurupların nüfuzlarını/etki alanlarını iyi hesap edememişti.
Nüfuzlu muhafazakâr zümrenin birer “feodal bey” gibi yaşam sürdüğü bu dönemlerde aynı muhafazakar zümre, padişahın “sefere çıkmak gereklidir” sözüne karşı “yiyecek ekmeğimiz yok ne seferi” diye karşılık verebilecek kadar da küstahlaşmıştı.
Tabi gelen raporların neredeyse tamamı “asker ıslah edilirse gerisi düzelir” mantığıyla hazırlanmış raporlar olunca bir sonuç alınamadı.
O dönemin genel olarak medeniyet algısı tamamıyla “dini bir karakter taşımıştı.”
Tabi dini derken İslam Dini’nin saf ve yalın halini kast etmiyorum.
Çünkü İslam dini “ilim Çin’de de olsa gidip alın” diyen, ilerici, “tekâmülcü” bir peygamberin bize miras olarak bıraktığı dindir.
Kastettiğim özellikle Kanuni’nin son dönemlerinden itibaren Osmanlı toplumuna yön veren ve dini kendi çıkarları doğrultusunda kullanan, bir bakıma geçmişin “Bâtıni” zihniyetiyle hareket eden (Batınilik’te “ayetlerin anlamları gizlidir, onu ancak biz biliriz” denmiyor muydu?) “beşik ulemaları”nın ta kendileridir.
Bu ulemanın, Fatihin, Kanunname ’ye koydurduğu pozitif bilimlerin okutulmasına dair kanununu “bunların hepsi felsefiyattır” diyerek reddedip kaldırdıklarını biliyoruz.
Bu ulemanın yetiştirdikleri, tabiat olaylarını Allah’ın kuvveti’ne dayandırmakla yetinip bu kuvvetin sırlarına vakıf olmayı umursamamışlardır.
Aynı şekilde toplumsal olay ve oluşumları da “sevap ve günah” kavramlarına sığdırmayı yeterli görmüşlerdi.
Oysa bir “şey”in neden sevap ve neden günah olduğu konusunda fikir sahibi olmayı düşünmemişlerdi.
Genel mantık “dünyanın medeniyeti de, tekniği de, zevki de neşesi de sahte olup insanı günahkâr eder. “ şeklindeydi.
Ve bu mantıkla, bunlardan uzak durmak, Allah’ın işine karışmamak gerektiğine inanılır tüm pozitif bilimler reddedilirdi.
Tahsin ÜNAL’ın dediği gibi bu mantığıydı“kâfirin aklından ne olacak, aklı olsa Müslüman olur” mantığıydı.
Ve bu mantık,III.Murad döneminde, Avrupa’nın sayılı rasathanelerinden biri olan “Takiyüddin'in Rasathanesi”ni “gökte Allah’ın işine karışılmaz” deyip bir gecede denizden top atışları yapmak suretiyle ve de maalesef Şeyhülislam’ın fetvası ve padişahın emriyle yıkan mantıktı.
Ve bu geçmişe özlem duyanlar koca İmparatorluğun çözülüp dağılmasında baş rol oynamışlardı.
Değişim atılımların her defası, hüsranla sonuçlanmıştı.
Bilinen atılımların dışında sıra dışı bir örnek de:
De Rochefort adında bir Fransız Protestan’ın, devrin Sadrazamı olan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'ya "Bab-ı Ali Hizmetinde Bir Fen Kıtası Kurulması Üzerine Tasarı" adıyla sunulan risalenin uygulanmaması için her türlü entrikaların çevrildiğini yazan Osmanlı Müelliflerinin örneğinidir.
“Risalede, artık dünyada savaşların sadece güç, kuvvet ve moralle kazanılamayacağı belirtilmiştir. Avrupa'da teknolojinin silah sanayiine uygulanması ile savaşılan akıbetlerinin teknik üstünlükle belirlenmekte olduğu yazılmıştı.”
Bundan dolayı “teknolojinin transfer edilmesi gerektiği” anlatılmış ve” askerin talim ve terbiyesinin de teknoloji ile paralel değiştiği Osmanlı Devleti’nin bunlara kısa zamanda ayak uydurması gerektiği” belirtilmişti.
Yine de rapor incelenmiş, ciddiye alınmış ve bazı çalışmalar yapılmıştı.
Örneğin 1720 yılında "Gerçek Davut" adıyla anılan Davut Ağa adında Müslüman olmuş bir Fransız subay devletin daha önceden var olan tulumbacılarının yerine "itfaiye teşkilatını" kurmuştur ki, bununla Osmanlı, ıslahat tarihinde ilk defa batılı bir teşkilat kurulmuştu.
Bu oluşum raporun okunduğunu ama daha sonraki yıllarda pek rağbet edilmediğini gösteriyor.
Yine, İbrahim Müteferrika'nın yazdığı Usulü'l-hikem fi nizami'l-ümem”, o dönemin “batılılaşma”sının gerekliliğini bildiren, ilericiliğin, değişimin gerekliliğini anlatan önemli eserlerden biridir.
Bu eserin “beşik ulemaları” tarafından yok edilmesi gayreti olmuşsa da başarılı olunamamış ama yine de Müteferrika’nın matbaası için “gâvur icadıdır” diyen bir zümreyi isyan ettirmeyi başarmışlardır.
Her nekadar “kafes usulü”ile tahta geçseler de bu dönem padişahları, bir çoğu yenilikçi fikirlere sahip, devamlı ileriyi düşünen, öngörüsü yüksek şahsiyetlerdi.
Genç Osman, 3.Selim yahut 2.Mahmut gibi bilinen yenilikçi padişahların dışında;
Yeniliklere inanan başka bir Padişah da III.Mustafa’ydı,
"Padişahın şahsiyetinden kaynaklanan yıldızların insanların hayatları üzerindeki yakın ilgilerine olan inancı onu, bu yola itmiş ve kraldan yıldız ilmiyle uğraşan insanlar istemişti."
Ayrıca Baron De Tot gibi yenilikçi şahsiyetleri “muhafazakâr zümre”nin şerrinden korumayı başarmıştır.
O dönemin yenilik karşıtı “muhafazakâr zümre”nin gücü Yeniçerilerden gelmekteydi. 1826’ya kadar da bu Yeniçeri eşkıyasına dokunmak kimsenin aklından geçmezdi. Çünkü geride yaptıkları katliamın anlatıları vardı.
Nitekim III. Mustafa, 1768- 1774 Osmanlı-Rus savaşlarının yenilgisi üzerine bir gün Halimi Efendi'ye; yeni askeri tanzim etmedikçe düşmanlarla baş edemeyeceğiz ne yapalım diye sorduğunda, "Yeniçerileri ıslah edelim" şeklinde aldığı cevaba karşılık, III.Mustafa, yeniçerilerin ıslahatı kabul etmeyeceğini söyleyerek daha fazla ileri gitmekten çekinmişti.
Sonra gelen 1.Abdulhamit de III.Mustafa gibi ilerici, “tekâmülcü” bir padişahtı.
“Sultan'a: "Kardeşiniz III. Mustafa düzenli asker kurmaya karar vermiş ancak savaş başladığından bunu uygulamaya koymak fırsatı bulamamıştır" denildiğinde, "inşallah onları oğlu başarır" demiştir. Bu söz ilerisi için feraset kabul edilebilir.”
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra aynı topraklarda onun mirasını yaşatacak olan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın kurduğu Cumhuriyet de özü itibariyle ilerici,inklapçı bir karakter taşır. Nitekim “İnklapçılık” ilkesi vardır Atatürk’ün.
Atatürk Osmanlı Devleti’nin ve toplumunun 18.Yüzyı sonrası durumunu iyi analiz eden bir liderdi. Her ne kadar uygulamalrda daha sert yöntemleri olsa da aslında son dönem ilerici padişahların karakterleriyle benzeşir bir karaktere sahipti.
Farkı ise “saltanatsız” bir devlet ve “çok sert uygulamalar”dı.
Günümüze geldiğimizde ilginç bir tabloyla karşılaşıyoruz.
Günümüz tablosunu ilginç kılan , 18.Yüzyıl itibarı ile Osmanlı’da değişime kapalı olan muhafazakâr zümreydi, bu gün ise değişime açık olan tam aksi muhafazakâr zümre, kapalı olan ise, kendine “inkılapçılığı” ilke edinmiş ve kendini “ilerici” olarak tanımlayan zümre olması .