Oturmayı çok seven bir milletiz. O yüzden hep birbirimizi oturmaya bekleriz. O kadar çok severiz ki, dört saatte otursak bile, “bunu saymam” diye bir sözle karşı karşıya kalırız. Karşımızdaki insanı hiç tatmin edemeyiz. Misafirperveriz. Bir de çok oturaklıyızdır. Bir insanı överken bile oturaklı olduğunu, hatta oturmasını ve kalkmasını bildiğini dile getiririz.
Dinlenmek, yemek yemek, sohbet etmek için gittiğimiz yerlerde de nedense bir türlü rahat edemeyiz. Oturmayı o kadar çok seven bizler, bu sefer de oturacak yer beğenmeyiz. Adeta her boşalan koltuğa geçmek için hazırda bekleriz. Bir gözümüzle muhabbete katılırken, bir gözümüzle de hep başkalarının oturduğu masalara bakarız. Oturduğumuz yerin hiç iyi bir yer olmadığına inandığımız için ne yemek yediğimizden anlarız, ne de sohbet ettiğimizden.
Gözümüze kestirdiğimiz masada oturanlar artık hasmımız olmuştur. Onlardan durduk yere nefret ederiz. Hele ki onlar neşelilerse, içten içe onlara bildiğimiz en popüler küfürleri ederiz. Beklenen an gelir ve onlar masadan kalkarlar. Hemen jet hızıyla oraya geçeriz. Nedense bir süre sonra buradan da şikâyetçi oluruz ve gözümüz yine bir başka masalara kayar. Kendimize layık bir masa arayışımız böyle böyle devam eder. Her boşalan masalara tek tek geçeriz, bu konuda da hiç erinmeyiz.
İnsan dinlenmeye gittiği mekânda neden sürekli masalar arasında hem zamanını hem de bedeninin heba eder ki? İnsanın garson bile belki bizim kadar masaları gezmiyordur. Bazen sipariş verdiğimizi unuturuz ve yine bir başka masaya geçeriz. Garson bizi bulmakta zorlanır ve artık bağırarak seslenmek zorunda kalır, “İki çay, bir kahve ve bir oraleti kim istedi?” der.
Garsona da görev yüklemeyi severiz. Cam kenarını istiyorsak, “Şu cam kenarını görüyor musun gözüm, orası boşalınca bize haber ver” deriz. Garibim onca işinin arasında o masanın boşalmasını dört gözle bekler.
En popüler hareketimizde şudur; kalabalık isek garsonu çağırırız ve birkaç masayı birleştirmesini isteriz. Ve sonra da etrafına tüneriz.